15 Mayıs 2013 Çarşamba

DOGAL DOĞUM HİKAYEMİZ

Demir Erva, 23/03/2009

En güzel, en zor, en ağrılı, en yalnız, en dolu, en mucize en, en, en......günüm::))))

Doğum hikayemizi Demir'in ağzından yazmıştım....

Sevgili Sebnem (Dr Sebnem Susam-Sarajeva)  "Doğal Doğuma Doğru" adlı eserinde (sayfa 39-56 ) kullanmıştı Didem -Demir Ervanın hikayesini....

Her okuyuşumda göz yaşlarımın benden bağımsız süzülür, şükürler olsun derim, sonsuz şükür....



Merhaba! Ben Demir Erva... Dünyaya gelme maceram Haziran 2008’de başladı. Aslında benim için hem annem hem de babam tam bir senedir hazırlık yapıyorlardı. Annem önce sigarayı bırakmıştı; sonra ikisi de detox yapıp, daha sağlıklı oldular. Karaciğer ve akciğer temizliklerini başarıyla tamamladılar. İçlerinin gerçekten temizlendiğini hissettiklerinde beni çağırmaya başladılar. Zaten uzun bir bekleyiş olmadı, çünkü gelebilmem için bütün koşulları yerine getirmişlerdi. Onlara gökten beni yolladı Rabbim. Ben de gelip kimselere haber vermeden yerleştim. Benden haberdar olmaları Ağustos ayıydı. O zamana kadar anneme sıkıca tutundum, çünkü benden habersiz Karadeniz’de çıkmadıkları yayla, Ayvalık’ta gitmedikleri tekne turu kalmadı! İş bana düştü, bırakmadım onları… Annem Ayvalık’ta kendini bir tuhaf hissetmeye başladı, ama hep “Hava değişikliğidir...” diye üzerinde durmuyorlardı; son zamanlarda o kadar çok gezmişlerdi ki!.. Neyse ki ananem var (bu cümleyi öyle çok kuracağım ki!), beni gördü... Sonra o bilindik manzara, iki kırmızı çizgi!.. Bir sevinç kapladı herkesi!

Gezenti bir hamilelik geçirdik. Annem, “Hamilesin, ayaklarını uzat şöyle, dinlen biraz!” cümlesinden hiçbir şeyden nefret etmediği kadar nefret etti!.. Ve son güne kadar da çalıştı. Babam benim için annemden daha çok endişeleniyordu, hatta birkaç kere tartıştılar. Bazen anneme kızıyordu, “Otur, dinlen!” diyordu, ama biz oturmak istemiyorduk. Nedense insanlar hamile birisini gördüklerinde acıyarak bakıyorlar ve “Dinlen, uzan biraz!”, diyorlar. Oysa ben annem yatsın istemedim hiç, ne zaman yattıysa da rahat bırakmadım, çünkü o ne kadar çok hareket ederse kendini o kadar iyi hissediyordu. Bana da bolca oksijen gönderiyordu!

Dokuz ay öyle çabuk geçti ki!.. Babam bize çok iyi baktı. Ne istediysek yaptı, ama zaten pek fazla aşermeyen annemin aşermesine de izin vermedi. Nerden duyduysa, “Psikolojik o!”, deyip durdu... Böylece gecenin bir vakti sokaklara çıkmak zorunda kalmadı! Yine de her istediğimizi aldı. Çok sağlıklı beslendik, birkaç istisna dışında dışarıda yemek yemedik, hazır gıdalardan uzak durduk. Zaten siyah çay içmeyen annemle yemek sonrası doğal çaylarla keyif yaptık. Kafein hakkımızı da Pazar kahvaltısından sonra Türk kahvesiyle kullandık. Bol bol yeşillik ve ayva yedik. Annem benim sayemde çikolatanın tadını unuttu, oysa ne kadar çok yerdi eskiden! Bir de daha önce hiç yemediği acı biber ve turşulara verdi kendini; doktor “Turşu yok!”, dedikçe bardak bardak turşu suyu içti... Aslında beni dinledi, ben içeride ne eksikse ona söyledim.

Bu arada babam bize ‘Dsmart’ aldı, içinde hamilelik ve bebek bakımıyla alakalı çok güzel kanallar var. Akşamları annemle babam beraber o kanallardan bilgi topladılar. Doğum egzersizlerini öğrendiler. En önemli ders, doğru nefes almaktı. İnternette de doğal ya da normal doğumla ilgili ne varsa incelediler. Dogaldogum.com’la tanıştılar; kurslara çok gitmek istedilerse de zamanı bir türlü uyduramadılar. Annem evde doğum yapmak istedi, ama kime söylediyse ayıplandı... Oysa Avrupa’da ebeler eve gelip doğuma destek veriyorlardı, anneler isterlerse suda doğum yapıyorlardı. Ama ebe de bulamadık zaten…

İlk dört ay doktora gitmedik, gereksiz testlerden ve korkulardan uzak kalmak istedik. Tavsiye edilen ilk doktorumuzu görmeye özel bir hastaneye gittik (Eskişehir’de). “Daha önce hangi doktora gittiniz?” sorusuna cevap verdiğimizde doktor amcanın gözleri döndü, başladı söylenmeye: Nasıl dört ay boyunca doktora gitmezmişiz, testleri yaptırmazmışız, ilaç kullanmamız gerekirmiş uzun zamandır, vb... Sanki testlerin sonucunda kötü bir şey söyleseler annem benden vazgeçebilecek miydi?!.. Doktor konuştukça annem ağlamaklı oldu, ultrason için hazırlanırlarken babam doktora annemin daha önce hastaneye gitmediğini ve hiç ilaç kullanmadığını anlatmaya çalıştıysa da amca söylenmeye devam etti. Hastanede olmak ve doktorla muhatap olmak annem için yeterince sıkıntı vericiydi zaten – bir de duydukları!.. Doktor sürekli annemin yediklerinin yeterli olmayacağını, o yüzden de vitamin ve ilaç kullanmamız gerektiğini söyleyip duruyordu. Bir çuval ıspanak yiyemeyeceğimiz için folik asit almalıymışız!.. Annem doktora “Sizin anneniz de sizi folik asit içerek mi doğurdu?”, diye sormayı o kadar çok istedi ki!.. Bu maceranın en iyi tarafı beni görmeleriydi, her ne kadar pek bir şey anlamadılarsa da… Ha, bir de doktor amca beni görür görmez “Büyük ihtimal erkek”, dedi. Annem zaten biliyordu ama babam kız olmamı tercih etmişti, belki de daha şirin gözükeceğimden!.. Doktor bize sormadan cinsiyetim hakkında bilgiyi vermişti, oysa bizimkiler sürpriz olsun istiyorlardı. Neyse, işin şov kısmı bittikten sonra doktor amca iyi olduğumu, hatta normalden iki hafta önde gittiğimi söyledi. Kan tahlilleri de bunu desteklemişti. Annem artık kendisini tutamadı, bıraktı gözyaşlarını…

İkinci doktor yine tavsiye edilmişti. Bu sefer elimizde testler olduğu için çok fırça yemedik, ama ultrasonda benim ters durduğumu gördüler (son aya kadar da öyle kaldım, sonra döndüm kendiliğimden) ve vajinal makat gelişe fırsat tanımaktansa hemen sezaryene karar verdiler. Oysa daha sadece beşinci ayımızdaydık! Bu doktor da yeni testler istedi ve çalıştığı hastanede yaptırabileceğimizi söyledi. Hastaneye gittik, annemler acemi olduklarından mı, yoksa prosedürün saçmalığından ve uzunluğundan mı bilinmez, kan vermeğe gitmeleri saatler aldı, bir aşağı bir yukarı dolaşıp durdular. Sonunda laboratuvarı bulduklarında yeni bir sürpriz onları bekliyordu. Kapıda duran oldukça iri bir hemşire hanım babama içeri giremeyeceğini söyledi, annem de kapıda kalakaldı. Tam ısrar edecekti ki, boşuna olacağını, daha kan alırken böyle davranan zihniyetin doğumda nasıl olabileceğini düşünüp hastaneyi terk etti.

Neyse ki ananem var! Altıncı ayımızda bize başka bir doktor buldu. Önce ananem ve annem doktorun ofisine tanışmaya gittiler. Doktor hanım bizi dinledi, anladı. Sonra randevu alıp babamla gittik. Sağlıklı olduğumu tekrar gördüler, hatta iri bir bebek olduğumu, üç hafta önceden büyüdüğümü konuştular. Yine de kan ve idrar testi istendi yeniden. Yedinci ayda kan tahlilinde demir eksikliği görüldü ve doktor hanım annemi uyardı, “Eğer önümüzdeki ayda yükselmezse, seni hastaneye yatırırım!”, dedi. Ve korkulan oldu, sekizinci ayda on iki olması gereken demir değeri yediydi. Ama biz kendimizi hiç kötü hissetmiyorduk ki!!! Tahlili gören doktor hemen yatış evraklarını hazırladı. Annem ağlıyordu, ilk defa hastanede yatacaktı ve ölesiye korkuyordu. Ağlayarak babamı aradı, babam çok korktu, yanımıza gelene kadar kim bilir kafasından neler geçmiştir adamcağızın, annem ağlamaktan konuşamamıştı çünkü... Eve gidip hazırlanmak istedik, ama ona bile izin vermiyorlardı! Bir sürü evrak imzalayıp bizi ‘izinli’ olarak eve gönderdiler! Çantamızı hazırladık, sevdiğimiz eşyalarımızı aldık, ağlayarak hastane yolunu tuttuk. Sanırım insanlar hep korkularıyla yüzleşmek zorunda kalıyorlar, ben annemle bunu yaşadım... Neyse ki özel oda bulabilmiştik, bu rahatlattı bizi. Hemen tütsümüzü yakıp odayı hastane kokusundan arıtmaya çalıştık. Perşembe öğleden sonra yattığımız hastaneden Pazartesi öğlen çıkacaktık. Dört gün boyunca bize pekmeze benzeyen bir serum verdiler, sabah ve akşam. Koluna kelebek denilen damar yolunu açarlarken annem biraz ağladı. Aslında canı çok acımıyordu, ama korkuyordu. Zaten hastane fobisi olduğu için bize orda krallar, kraliçeler gibi baksalar bile yine de mutsuz olacaktık... Bir de bizi monitöre bağlıyorlardı ki nefret ettik o aletten! Aslında annem benim kalp atışlarımı duyduğu için mutlu oluyordu, ama alete bağlanmak için yatarken canı acıyordu, uzun süre hareketsiz sırt üstü yatmaktan yoruluyordu... Bir de aletin sesini çok açtıklarında kendi sesim beni ürkütüyordu! İlk gün, sanırım tüm hareketlerimi sancı olarak algılayan hemşire, ölçümü tam üç kez tekrar etti, tam bir işkenceydi!.. Bu arada ananem, komik kadın, “Sesime geeel…” diye beni çağırmaya başladı, öyle komikti ki! Annem kahkahalarla gülerken bizim aletin tüm dengesi bozuluyordu, bu yüzden de hemşireler tekrar çekmek zorunda kalıyorlardı. Tabii ki söylenerek!..

Hastanedeki dört gün sonunda kendimizi daha iyi hissettik, çünkü hem yorgunluğumuz gitti, hem de başbaşa kalıp birbirimizi dinledik. Bu arada demir eksikliğinden hastanede yatan annemin pencereden gördüğü DemirSpor’un tesisleriydi. Ne manzara ama!..

Hastanede kaldığımız sürede annemle babam doğumla ilgili prosedürleri öğrenmeye çalıştılar, çünkü doktorumuz burada çalıştığı ve burası Eskişehir’in en iyi (!) doğum hastanesi olduğu için doğumu burada yapmaya karar vermişlerdi. Aslında çok da seçenekleri yoktu. Ne suda, ne evde, ne de babamla olamayacaktık... Yani annemin doğumla ilgili ne kadar beklentisi varsa hepsini unutmak zorunda kaldık... Yapılmasını istemeyeceğimiz şeyler ise üstüne cabası! (Mesela doğar doğmaz bana yaptıkları aşılar, topuktan kan almaları, ki bunu iki kez tekrarladılar, anneme kesi uygulamaları, gözüme ilaç sürmeye kalkışmaları, ki bu sonuncusuna ananem izin vermedi!). Bizce bir sürü gereksiz, ama ücretsiz diye gururla sundukları yaptırımlar…

Annem bu hastanede gördüklerinden ve anlatılanlardan yola çıkarak doğum şeklinin burada özel olmaktan çıktığını, sadece bana kavuşmak için geçilmesi gereken bir yol olduğunu kabullendi... Ne babam, ne ananem, ne de başka bir tanıdık yüz göremeyecek, sadece ebe ve hemşirelerle o anı “paylaşmak” zorunda kalacaktık. Zaten babam yanımızda olmadıktan sonra nasıl özel olabilirdi ki… Ben de buna kendimi hazırladım.

Annem Cumartesi günü hem işe hem de gezmeye gittikten sonra, Cumartesi’yi Pazar’a bağlayan gece artık gelmeye karar verdim… Pazar sabahı saat beşte beni burada tutmaya çok yarayan tıkacı çıkartmayı başardım. Annem de gelmeye çalıştığımı anlayarak babama haber verdiyse de babam bu konuda rahat davrandı, “Hadi, gel yat!” dedi hatta. Sabah annemle uyandık, beraber yıkandık uzun uzun, saat ona doğru ben yoluma koyuldum. Sonra ananemlere gittik. Öğlene kadar sancılarımı düzene sokamadığım için annem ve ananem gezmeye gitmeye karar verdiler. Akşam eve geldiğimizde ben hala kendimi belli etmeye çalışıyordum; akşam saat onda sancılarımızı on beş dakika arayla getirmeyi başarabildim ve sabah saat üçe kadar sancılarımızı üç dakikada bire düşürdüm.

Bu sürede annemle babam evde aylardır izledikleri egzersizleri yaptılar, bana çok yardımcı oldular. Annemin derin nefes alması, Pilates topunda zıplaması ve bol bol sıcak duş alması bana çok iyi geldi; böylece sıkıntıya düşmeden yolun çoğunu tamamlamış oldum. Babam gece ara sıra uykuya yenik düşse de elimizi hiç bırakmadı. Üç dakikalık aralarda hem uyudu, hem de bizle beraber sancılarımızı karşıladı. Sancı geldiğinde annemin ayakta olması daha çok işe yarıyordu. Otururken ya da yatarken sancı karşılamak çok zorlaşıyordu. Sancının geleceğini hisseden annem hemen ayağa kalkıyor ve derin nefes almaya çalışıyordu – tabii babama sarılarak, hatta onun boynuna asılarak... Asılma hareketi çok işe yarıyordu. Sonra sıcak su torbasını doldurup beline koydu annem, sıcak iyi geldi. Sancı anında da annem babamdan kalçalarına yanlardan sıkıca bastırmasını istedi. Tamamen içgüdüsel hareket ederek daha dayanıklı oluyorlardı. Büyük topa sarılıp sallanmak da bizi dinlendiriyordu. Üf, kesinlikle çok yorucu bir iş bu!.. Sancılar sıklaştıkça daha da yorucu olmaya başladı. Annem saat bir gibi duşa girdi; sürekli suyun altında kalmak istiyordu. Su rahatlatıcıydı, hiç çıkmak istemedik, ama sancılar üç dakikada bir gelmeye başlamıştı, doğuma çok yaklaşmıştık. Annem “Artık gidelim” dedi…

Ananem ve teyzem gece on ikiye kadar bizimle beraberlerdi, sonra aşağıya indiler (aynı apartmanda oturuyoruz). Saat üçe gelirken babam onlara haber verdi; “Hadi”, dedi, “Demir geliyor!”. Evet, geliyorum!.. Asansörde tam üç kez sancımız geldi, dokuzuncu kattan aşağıya inmek ilk kez bu kadar uzun sürdü! Apartmanın önünde de annem iki kez babama sarılıp öylece kaldı. Ananem sürekli “Burnundan nefes al, ağzından ver, derin derin!”, diyordu. Dedem İstanbul’dan eve geleli henüz on dakika olmuştu, yani bana yetişti – süper! Arabaya bindiğimizde titriyorduk, ama soğuktan değil, sanırım heyecandan…Neyse ki dedem hemen bizi hastaneye uçurdu!

Hastaneye gittiğimizde hemen acil doğum odasına girdik. Hasta bakıcı gelip soyunmamızı söyledi. İşte annem için korkulu anlar başlıyordu... Sürekli bir şeyler yapmamızı isteyen, suratı asık insanlarla sabaha kadar muhatap olacaktık. Oysa ki kapıdaki güvenlik görevlisi abla nasıl da gülerek kapıyı açmıştı, “Hoşgeldiniz!”, der gibi… Sadece gülümsemesi bile bize güç vermişti. Belki de gece gelmeye karar verdiğim için bu kadar asık suratlı insan görecektim. Keşke gündüz olsaydı!.. Annem soyunacağını bildiği için çok giyinmemişti zaten; üstünde dokuz ay boyunca en çok giydiği eşortman altı ve badisi vardı. Çıkardı, geceliğini giydi. Geceliğini giyer giymez tekrar korku kapladı içini; artık başlamıştı, geri dönüşü yoktu, yalnızdı. Acildeki hemşire, anneme hiçbir şey sormadan, aylardır içinde bulunduğum evimin suyunu boşalttı; keşke bunu yapmadan önce bilgilendirseydi bizi. Annem ve ben şok olmazdık. Annem doğuruyorum zannetti! Neyse ki hemşire “Sekiz santim açılma var, bir saate kadar doğar bebek!”, dedi. Çok sevindik, en azından kısa sürecekti. Hemen doğumhaneye yolladı bizi. Hatta “Çabuk gidin, bebek geliyor!”, dedi. Oysa o sırada sancıları hissetmiyorduk... Acilden çıktığımızda ananemi ve teyzemi gördüm, kocaman sarıldık onlara, öptük, “Hakkınızı helâl edin!”, dedik ağlamamaya çalışırken. Teyzem nasıl da endişeli bakıyordu, belli ki beni çok sevecek! Ama “Hemen geleceğiz, merak etmeyin, çok az kalmış!”, dedik. Babam ve dedem karşı odada yatış işlemlerini yaptırıyorlardı, onların da yanına gidip öptük kocaman. Babamı hiç bırakmak istemedik, bir daha öptük…

Hasta bakıcı eşliğinde asansörle yukarıya çıkıp doğumhaneye girdik. İlk şok!.. Hiç böyle hayal etmemiştik burasını. Doğumhane dedikleri yer beş tane çatal yatağın bulunduğu, sevimsiz, büyük bir odaydı. Kapıya en yakın çatala yatmamızı istedi iki hemşire. Bu hemşireler sabaha kadar göreceğim ve yüzleri beynime kazınan hemşireler... Ama yatak çok yüksekti, ancak üç basamaklı tabure ile çıkılıyordu. Sürekli sancılar geliyordu, annem her sancıda iki büklüm olurken basamakları tırmanıp çatala çıkmaya çalışıyorduk. Nedense hemşireler “Çabuk, çabuk!” ya da “Hadi!” diyorlardı. Annem de “Bebeğim geliyor!”, diye bir gayretle çıktı çatala. Beni kontrol ederlerken koridordan bir ses hemşireyi çağırdı. Hemşire aceleyle sese doğru gitti ve doğurmak üzere olan bir bayanı bizim odaya getirdi. Alaycı bir sesle diğer hemşireye “Kadın doğuruyor yahu!”, dedi. Bayanı çatala çıkardılar, hemşire “Kaçıncı çocuğun?” diye sordu, ikinciymiş, “Kesik atmayacağım!”, dedi hemşire, “Sadece ben dediğimde yavaşça ıkın!”. Aradan üç dakika geçti geçmedi, bebeğin sesini duyduk, ağlıyordu. Ağlamak bu kadar güzel mi gelir kulağa? “Şimdi sıra bende, benim bebeğim de geliyor!”, diyordu annem içinden. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum, ama çok olmasa gerek, hemşirelerin sesini duyduk “Epizyoyu sen yap!”, diyordu! Bize doğru gelirlerken çok heyecanlandık, ama nedense kalkıp diğer odaya gitmemizi söylediler!..

İşte kabus başlıyordu. Sancı odası… Bir kenara sıralanmış dört yatak, her iki yatak bir monitöre bağlı, odada sadece biz varız. Yatağa yattık, kelebek taktılar, ama annem ağlamadı, canının acıdığını da hissetmedi. Sadece bana odaklanmıştı, “Bebeğim geliyor!” diye ne derlerse kuzu kuzu yapıyordu. Monitöre bağladılar, sesini de sonuna kadar açtılar. Bu sefer anladım ki hemşireler oturdukları yerden bu sesi dinlemek istiyorlar, o yüzden sesi olabildiğince açıyorlar. Annemle beni düşünmeden...

Ne kadar öyle kaldık bilmiyorum, ama hemşireler “Daha bekleyeceğiz”, deyip gittiler. Neyi bekleyecektik? Bir saat olmamış mıydı? Neden kanala girdiğim halde hala beni dinlemek istiyorlardı? Neden yanımızda biri yoktu? Hemşireler neden gözükmüyorlardı? Seslerini duyuyorduk ama... Bizden başka kimse yok muydu buralarda? Neden yatıyorduk? Yattığımız için annemin canı çok acıyordu, sancıları karşılayamıyor, sadece kıvranıyordu. Bir ara, “Allah’ım yardım et!”, diye bağırdı, annem; sonra hemşireyi çağırdı. Hemşire kontrol etti, ama “Bekleyeceğiz”, dedi. Neden bekleyeceğiz ki? Yine bir süre yalnız kaldık, ama tekrar dayanamayıp hemşireyi çağırdı annem. Bu sefer yüzünü asla unutmayacağım kadının. Anneme “Ne istiyorsun? Sana sarılıp annen gibi saçlarını mı okşayayım? Ben de iki tane doğurdum! Çok işim var, çok yorgunum, geceden beri kaçıncıyla uğraşıyorum! Şimdi vakti gelene kadar bekleyeceksin!”, dedi. Annem ne yanıt verdi, tam hatırlamıyorum ama o sahne hafızama kazınmış.

Bir süre daha yalnız kaldıktan sonra aynı hemşire tekrar geldi. Anneme bir serum takmaya çalıştı. Annem bunun ne olduğunu sorduğunda da “Suni sancı” dedi. Şaka gibiydi, sanki sancı çekmiyormuşuz gibi! İyi de, bize kimse bir şey sormamıştı ki! “İstemiyorum”, dedi annem. Zaten kelebeği sağ kolundan takmamasını söylemişti, hem damar yolunu bulmak zor oluyordu, hem de kol şişip seruma engel oluyordu, ama hemşire bildiğini okudu. Şimdi olsa annem o serumu ona bir güzel takar, ama o anda sadece gözlerimizi kapatıp teslim olduk; sancıdan mı, yoksa bir süre daha bu hemşirelere muhtaç olacağımızdan mı, emin değilim... Zaman geçmiş, serum akacağı yerde kelebekten çıkan kan seruma kadar ulaşmıştı; yani serum damara gireceğine damardan çıkan kan seruma yükselmişti. Nasıl mutlu olmuştuk! Gururla “Hemşire!”, dedik, seruma baktığında yüzünü gördük, komikti... O hemşireyi son görüşümüzdü bu, herhalde uyumaya gitmiş olmalı ki (ya da kaçırdık onu!) sonrasında diğer hemşireyle muhatap olduk. Aslında bu yeni hemşire de bizi sabaha kadar oyalamaktan başka bir şey yapmadı.
Annem o yatağa ve monitöre sabah altıya kadar dayanabildi... SONRA, BÜTÜN KABLOLARI ÇEKTİ, SÖKTÜ ÜZERİNDEN, AYAĞA KALKTI... Hemşireler panik oldular, hatta bizi rapor mu edeceklermiş ne, annem beni tehlikeye sokuyormuş... Annem hemşireye öyle bir baktı ki teyze korktu!.. “Ben ve bebeğim iyiyiz. Kaldı ki o benim bebeğim ve sıkıntıda değil!”, dedi annem.
Çünkü ben söylüyordum anneme ayağa kalkmasını! Annemin artık dayanacak gücü kalmıyordu, hissediyordum... Ikınıyordu, ama yanlış yaptığından sadece canını acıtıyordu. Yeni hemşire bize geldiğinde, doğum ve ölüm saatinin belli olduğunu, benim o yüzden beklediğimi söyledi. Aslında mantıklıydı, belki de daha nefes almak için zamanım gelmemişti. Annem de bunu biliyordu elbette; yine de yalnız olmak, böyle aciz bir duruma sokulmak, sonrasında da önemsenmemek akıl alacak şey değildi!. Annem doktoru görmek istediğini söyledi. Doktor uykudan uyanmış olacak ki biraz sinirliydi. Beni görünce büyük olduğumu düşündü. Hemşire de annemi şikayet edince “Sezaryene alın!”, dedi. Annemin doktoru hala ortada yoktu, belli ki ananemler de ona ulaşamamışlardı...
Annemin dayanacak gücü gerçekten kalmamıştı; tek istediği uyumaktı. Bana bir şey olabileceği ihtimali onu çok korkutuyordu. Ayağa kalktı, kalan son gücünü kullanarak koridora çıktı, hemşirelerin şaşkın bakışları arasında masaya gitti, ilk bulduğu sandalyeye oturdu. “Ailem aşağıda bekliyor, beni onlara bağlayın!”, dedi. Babam ve ananemle konuştu, dayanamayacağını, artık sezaryen olmak istediğini söyledi. Aslında ne söylediğimiz çok önemli değildi, sadece seslerini duymak istiyorduk. İlk önce babamla konuştuk, babam şaşkınlıktan bir şey söyleyemiyordu, annem acele acele bir şeyler söyledi sonra da babam  ananemi verdi telefona. Annem ona da aynı şeyi söyledi. Ananem dayanması gerektiğini söylüyordu; aslında biz de biliyorduk, dayanacaktık, ama bir ses, bir işaret lazımdı… Bu yüzden tanıdık sesler duymak çok iyi geldi bize.
Ama artık ayağa da kalkamıyorduk. Oturduğumuz yerde kalmıştık, hemşire masasında olmamız teyzeleri rahatsız ediyordu. Sabah sekiz civarıydı ve vardiya değişecekti; hemşire bir an önce odaya gitmemizi isteyip duruyordu. Her yerde bir telaş vardı. Sabah vizitesine çıkacak doktora hazırlık yapıyorlardı belli ki. Artık daha rahattık, hem geceden beri yattığımız yataktan çıkmıştık, hem de ananemle babama ulaştığımız için onların da harekete geçip bize ulaşacaklarını biliyorduk. Yüzümüzde hınzır bir gülümsemeyle bekliyorduk şimdi...

Kapılar açılıp kapanmaya başladı. Uzun boylu, irice bir doktor geldi, herkeste bir telaş, birden etraf kalabalıklaştı! Benim gibi olanlarla beraber tekrar o doğumhaneye götürülüyorduk. Ben yine ilk masaya yatmaya çalışıyordum ki doktor “Ohoooo!” dedi sabırsızlıkla, sonraki masaya geçti. Bütün masaları dolaştıktan sonra sıra bana gelmişti. “Yedi santim,” dedi “mesaneyi boşaltın!”. Ne yani, daha doğmuyor muydum? Annem kafasını doğrulttu, doktorla göz göze geldi, “Artık dayanamayacağım, bari ağrı kesici verin!”, dedi. Doktor güldü, samimiydi, “Biz burada ancak suni sancı veririz”, dedi. Ve herkes yine sancı odasına doğru yola koyuldu... İşte o an birden koridordaki fotoselli büyük kapı açıldı, ananemi gördük! Bu kadın hep olması gereken yerde zaten! “Tamam,” dedik “geldi!”…

Tekrar sancı odasındaydık, ama bu sefer ailemizin bize daha yakın olduğunu hissediyorduk. Yeni bir hemşire geldi, sonda taktı, inanılmaz bir rahatlama hissettik. Gece boyunca annem ne zaman “Tuvalete gitmek istiyorum” dediyse, kimse onu kaale almamıştı. Nedenini bilmiyoruz, ama tuvalete düşeceğimden mi korkuyorlardı ki? Hemşireye yatmak istemediğimizi söyledik. Yatağın üstündeki örtüyü yere serdi, “Gel,” dedi, “çömel ve yatağa tutunarak ıkın”. Şimdi yerlerde sürünüyorduk gerçi, ama çok daha iyiydik…

O da ne? Tanıdık bir yüz! P. Abla... Evet, ananem çalışmaya başlamış!J P. Abla bu hastanede hemşire, ama düşük tehlikesi olduğu için üç aydır yatıyor. O yüzden doğumhaneye gelmiş, bize “Dayan!”, diyor. Annem onu görünce çok sevindi, “P., söyle doktorlara, beni ya doğurttursunlar ya da uyutsunlar, sezeryana bile razıyım!”, dedi. P. Abla bir ara gitti, tekrar gelip “Dayan!”, dedi. Bu arada ananemden bir pusula getirmiş; ananem bizi çok sevdiğini, her şeyin çok güzel olacağını, daha da önemlisi, İstanbul’daki doğal/alternatif tıp doktorumuz N. Hanım’la görüştüğünü, onun da bizim yanımızda olduğunu, annemin kesinlikle biraz daha bekleyip doğurabileceğini yazmış. Bu mektupla beraber ıkınma şiddetimiz arttı. Daha bir gayretle ıkınıyoruz şimdi, sanki çıkıverecekmişim gibi.

Bu arada biz hastaneye geldiğimizden beri altı saattir hiç mi bir gelişme olmamış, hala nasıl sekiz santimde kalabildik, hatta doktor yedi santim dedi... Keşke evde kalsaydık, şimdiye kadar doğururdu annem beni! Tam bunları düşünürken bir tanıdık yüz daha gördük: M. Abla! O da burada çalışıyor, onun da elinde babamdan ve teyzemden gelen pusulalar var. Teyzem kim bilir nasıl endişelenmiştir? “Gökteki mavi bulutum, bu oğlan seni azıcık yordu, ama az kaldı, dayan!” diyor. Babam da ”sizi çok seviyorum, artık her istediğinizi alacağım, her şey çok güzel olacak, hep beraber evimize gideceğiz” diye yazmış... Süper bir ailem var, yanımızdalar aslında! Beni bekliyorlar!.. “Geliyoruuuum!” diyorum…

Biz yerde kıvranmaya devam ederken, bir ebe abla geldi. Aman Allah’ım, gülen bir yüz!.. “Hadi Didem, gel!”, dedi. Annem de öyle bir kalktı ki, o nefret ettiği çatal yatakta buldu kendini. Yine de için için korkuyordu, bizi yine sancı odasına yollarlar diye. Ebenin elini hissettim, kafama dokunuyordu. Annem ile M. Ebe anlaştılar, ebe ne derse annem onu yapacaktı, ama ebe durumu pek parlak görmedi. Gece yatarak çekilen sancılar ve yanlış ıkınmalar rahmin morarmasına sebep olmuştu. Annem ıkınmak yerine karnını şişirip indiriyordu. Ebemiz dedi ki “Sadece kakanı yapmanı istiyorum”. Evet, bu duygu daha değişikti ve ben yol aldığımı hissediyordum. “Bir, iki ve ıkın!”… İkinci ıkınma acı verdi. Üçüncüde ise annem çığlığa benzer bir ses çıkarıyordu ki “Ağzını kapa, ağzını kapa!” dedi bir sürü ses, nedense... O an annem ağzının bir fırın ağzı kadar açık olduğunu fark etti! Evet, televizyonda ve eğitimlerde izlediği doğum anıydı bu, tekrar sancı odasına gitmeyecek, burada beni kucaklayacaktı. Mutlulukla ağzını kapattı ki, bunu yapmak zordu, çünkü içinden “Yeter! Ben gidiyorum, oğlum içimde kalsın, sonsuza kadar benimle yaşasın!”, demek geliyordu. “Melek, üsten bastır” dedi ebemiz yanımızdaki melek gibi hasta bakıcıya, “Bastır,” dedi annem de “bastır lütfen!”. Ve bir panik dalgası esti: “Ikınma artık, sadece derin nefes al!”, diyorlardı, ama şimdi de her şeyden çok ıkınmak istiyordu annem. O anda bir makas şıkırdaması hissettik, sanki el işi kağıdını kesen bir makas. Benim yolumu açmışlardı bana sormadan... Annemi kesmişlerdi anneme sormadan... Acaba o müdahaleyi yapmasalardı çıkamaz mıydım sanki ya da ben kafamı çıkarırken annem çok mu zarar görürdü?..

Annem o sesten sonra bacakları arasında beni gördü. Pazartesi sabahı, saat dokuz buçuktu. Dünyaya tersten bakıyordum, ayaklarım ebenin ellerindeydi, annemi gördüm ve ağlamadım… Şaşkındım, çünkü… Oysa annem sesimi duymak istiyordu, çünkü bana dokunamıyordu. Kimsenin beni annemin göğsüne yatırmaya niyeti yoktu. Bu yüzden dünyaya geldiğimde ilk hayal kırıklığımı yaşadım... Beni ilk olarak anneme değil de giydirme masasına verdiler, üstelik iki de aşı yaptılar fikrimizi almadan... Ne kadar büyük bir risk ki aşıları kimseye sormadan yapıyorlar. Belki annemin ya da benim alerjim var, ya da ne bileyim özel bir durumumuz olabilirdi...

Benim o aşılara değil, annemin kokusuna ihtiyacım vardı. Artık annemin içinde değilim, onu yönlendiremem... O beni koruyacak, biliyorum, ama bizi bir buluştursalar! Ben çıktım, ama anneme hala bir şey yapıyorlar, sanırım yaptıkları tahribatı düzeltmeye çalışıyorlar. Hemşire M. Abla beni hemen kapıda bekleyen ananeme gösterdi, ama galiba ananem için o an beni görmek kadar annemi de görmek önem taşıyordu. Annem ise hala masadaydı, plasentanın gelmesi için ebe karnına bastırıp elini çevirdi. Canı çok yandı annemin, ama tekrar bir rahatlama hissetti. Plasentayı alıp alamayacağını sordu, çünkü benim için dikecekleri ağacın altına onu gömmek istiyorlardı. Ne yazık ki olumsuz bir cevap daha aldı, gerek yokmuş!!! Sonra dikişe başladılar, ebe annemi dikerken aralarında konuşuyorlardı. Annem şokta biliyorum, bana inanamıyor, içindeki boşluğu düşünüyor... Dokuz ay her saniye beraberdik, neler paylaşmadık ki... Şimdi ben dışarı çıktım, onu bir başına bıraktım…

Nihayet annemi yataktan kaldırdılar, tekerlekli sandalyeyle emzire odasına götürdüler. Emzirme odası iki yatağın karşılıklı durduğu sıradan bir oda. Annemi sandalyeden yatağa geçirdiler, beni de yanına koydular. Karnım acıktı, ama uyumak da istiyorum... Annemse sadece uyumak istiyor... İyi ki M. Abla yanımızda hala; beni annemin göğsüne koydu, ağzımı açıp memeyle tanışmamı sağladı. Bir süre sonra sütün tadı hoş gelmeye başladı ki artık hep süt içmek istiyorum! İki saat kadar orada kaldık, annem hem çok uyumak istiyor, hem de beni emziriyordu. Tabii bu işi aslında M. Abla sayesinde yapabiliyorduk, ya o olmasaydı! Sanırım ikimiz de sadece uyur ve sarılığın kollarına teslim ederdik kendimizi…  Neden bu odada bir hemşire bulunmuyordu ki bunun için? Ya da neden bizi dışarıda meraktan ölmüş halde bekleyen ailemizin yanına göndermiyorlardı ki?..

İki saatin sonunda saat on bir gibi M. Ebe geldi, annemin karnına bastırdı ve hasta bezinin altından akıntıyı kontrol etti; hasta bezi bu gecenin en korkunç detaylarından biridir... Serum da bitmişti... Bu serumu da rahim kendini toplasın diye takmışlar, ama gerçekten ne işe yaradığı hakkında hiç bir fikrimiz olmadı, çünkü yine bize bir şey sormamışlardı. Zaten sanırım olanları sessizce izlemek  ve dua etmekten başka hali kalmayan annem tartışamayacak kadar yorgundu. Bir an önce dışarıya çıkmak, eve gitmek istiyordu.

Tekerlekli sandalyeyle doğumhaneden çıkarıldık. Gittiğimiz odada üç yatak vardı, hastane öyle doluydu ki özel oda bulamadılar babamlar. Ben o gece doğan yirmi dördüncü bebektim! Hasta bakıcı tekerlekli sandalyeyi ortadaki yatağın yanına yanaştırdı, ama yatak öyle yüksekti ki çıkarken annemin canı çok acıdı! Ne saçma, bunun bir sebebi var mıydı ki? Ben artık ananemin güvenli kollarındaydım, sıcacıktı; annemse hala ara sıra ağlıyordu. Yatağa yerleşti, beni ananemin kollarına verdikten sonra daha güvende hissediyordu kendini. Sadece uyumak istiyordu ve eve gitmek... O gün eve gidemeyeceğimizi öğrendik, ertesi sabah gidebilirmişiz... Bir gece daha kalacaktık hastanede.

Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama sonra babam geldi odamıza. İlk önce anneme yöneldi, bir süre sarılıp ağladılar, çok korkmuştu babam. Annem de babamı görünce tüm acılarını unuttu, sadece “Sana gelemeyecektik, ölüyorum zannettim!” dedi. Babam annemin iyi olduğunu anladıktan sonra bana geldi. “Ben bu adamı bir yerlerden tanıyorum!”, dedim. Yine aynı sıcaklıkla bana seslendi, bu sefer ağlıyordu, hem de hıçkırarak... Sanırım gördüklerine inanamıyordu... Oysa ben gerçeğim ve bundan sonra hep beraber olacağız!..

Ve teyzem... Akşam ananem eve dinlenmeye gittiğinde teyzemle beraber kaldık (aslında yanımızda kalmalarına izin vermiyorlar, bütün hasta yakınları kaçak kaçak gelip gidiyor!). Annem hala uyuyor, yarım saatte bir uyandırıp beni göğsüne yaslıyorlar, ben karnımı doyurunca ikimiz de mışıl mışıl uyuyoruz (Neyse ki hastanede beni annemin yanından hiç ayırmadılar!)... İlk kakamı temizlemek teyzeme nasip oldu!  Sanırım teyzem biraz kibar ve kokoş bir hanım, hem beni temizlemeye çalıştı, hem de “Ayyy, bu ne böyle Demir Efendi, nasıl yaptın bunu, hayatımda böyle bir şey görmedim!” deyip duruyordu. Onunla çok eğleneceğimiz kesin!..

Gece bitip sabah olduğunda güneşi gördük! Dün hem kar, hem yağmur yağmış, ben ise güneşi görüyorum!!! Sabah erkenden çıkmaya hazırlanmıştık ki çocuk doktoru gelip bizi görmeden çıkamayacağımızı söylediler, biz de onu beklemeye karar verdik. Doktor teyze gelip jet hızıyla tüm yataklardaki arkadaşlarıma baktı. Bazıları ‘sarılık oldukları’ için kaldılar; biz iyiydik, evimize gidebilirdik. Ama bir bonus daha: topuk kanı… Canımı acıttılar, ağladım çok. Bir de kulağıma bir şey soktular, duyup duymadığıma bakacaklarmış!.. Oysa ben annemin karnında bile sevdiğim müziklerle dans ediyordum!.. Allah’tan, gözüme o iğrenç şeyin sürülmesine ananem izin vermedi!..

Bütün bu prosedürlerin bitmesi ve eve gelmemiz öğleni bulmuştu. Eve girer girmez babamı bir kez daha takdir ettim. Ne adam benim babam ve bizi ne çok seviyor! Evimizi süslemiş, bize “Hoşgeldiniz!” diyor... Annem bunun üzerine biraz daha ağladı… Sonra da hemen banyoya koştu, suyun altından hiç çıkmak istemiyordu. Ama ben rahat bırakmadım yine, karnım acıkmıştı!!!

Saatte bir karnım acıkıyor, nasıl bu kadar çok yediğime ben bile hayret ediyorum. Annemin karnında ne kadar da rahattım! Şimdi hem süt içip hem de gaz çıkarmak zorundayım ki şu gaz çıkarma işini hala öğrenemedim... Geceleri de annem uyuyamıyor benim yüzümden. Gözlerinin altı mor mor, ama şikayet etmiyor. Babam da uykusuz, o da anneme eşlik ediyor. Ananem bizde kalıyor, yoksa karnım hiç bu kadar çok doymayabilirdi!

Bu arada her gün yeni yeni yüzler görüyorum, bir sürü tanıdığımız varmış meğer, hepsi beni görmeye geliyorlar. Bazen o kadar çok yaklaşıyorlar ki ürküyorum, bazen de onların sakinlikleri beni de mutlu ediyor.

İlk yirmi gün evdeydik. Yorgun, uykusuz ve bir sürü misafir ile geçirilen yirmi gün! Sonra annem ve ananem artık daha fazla dayanamayacaklarına karar verdiler. Ananem sabah sekiz akşam sekiz gezebilen bir hatun, annem zaten bu konuda aşmış kendini, hiç bu kadar evde kalmamıştı! İkisine de sıkıntılar basmaya başlayınca ilk gördükleri güneşte kendilerini dışarı attılar! Bir daha da içeri girmedik! Babam “Kendine benzettin çocuğu!”, diyor anneme... Ama n’apayım, bebek arabasına binince uykum geliyor; açık havada mutlu oluyorum, daha sağlıklı hissediyorum kendimi...

Babam akşamları bana koşarak geliyor, belli ki çok özlüyor beni. Sanki annemi de daha bir çok seviyor şimdi. Tek sıkıntıları artık uyurken birbirlerine sarılamamak, çünkü annem sürekli bana dönük ve her an kalkmaya hazır yatıyor…
 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder