En güzel, en zor, en ağrılı, en yalnız, en dolu, en mucize en, en, en......günüm::))))
Doğum hikayemizi Demir'in ağzından yazmıştım....
Sevgili Sebnem (Dr Sebnem Susam-Sarajeva) "Doğal Doğuma Doğru" adlı eserinde (sayfa 39-56 ) kullanmıştı Didem -Demir Ervanın hikayesini....
Her okuyuşumda göz yaşlarımın benden bağımsız süzülür, şükürler olsun derim, sonsuz şükür....
Merhaba!
Ben Demir Erva... Dünyaya gelme maceram Haziran 2008’de başladı. Aslında benim
için hem annem hem de babam tam bir senedir hazırlık yapıyorlardı. Annem önce
sigarayı bırakmıştı; sonra ikisi de detox yapıp, daha sağlıklı oldular.
Karaciğer ve akciğer temizliklerini başarıyla tamamladılar. İçlerinin gerçekten
temizlendiğini hissettiklerinde beni çağırmaya başladılar. Zaten uzun bir
bekleyiş olmadı, çünkü gelebilmem için bütün koşulları yerine getirmişlerdi. Onlara
gökten beni yolladı Rabbim. Ben de gelip kimselere haber vermeden yerleştim.
Benden haberdar olmaları Ağustos ayıydı. O zamana kadar anneme sıkıca tutundum,
çünkü benden habersiz Karadeniz’de çıkmadıkları yayla, Ayvalık’ta gitmedikleri
tekne turu kalmadı! İş bana düştü, bırakmadım onları… Annem Ayvalık’ta kendini
bir tuhaf hissetmeye başladı, ama hep “Hava değişikliğidir...” diye üzerinde
durmuyorlardı; son zamanlarda o kadar çok gezmişlerdi ki!.. Neyse ki ananem
var (bu cümleyi öyle çok kuracağım ki!), beni gördü... Sonra o bilindik
manzara, iki kırmızı çizgi!.. Bir sevinç kapladı herkesi!
Gezenti
bir hamilelik geçirdik. Annem, “Hamilesin, ayaklarını uzat şöyle, dinlen biraz!”
cümlesinden hiçbir şeyden nefret etmediği kadar nefret etti!.. Ve son güne
kadar da çalıştı. Babam benim için annemden daha çok endişeleniyordu, hatta
birkaç kere tartıştılar. Bazen anneme kızıyordu, “Otur, dinlen!” diyordu, ama
biz oturmak istemiyorduk. Nedense insanlar hamile birisini gördüklerinde
acıyarak bakıyorlar ve “Dinlen, uzan biraz!”, diyorlar. Oysa ben annem yatsın
istemedim hiç, ne zaman yattıysa da rahat bırakmadım, çünkü o ne kadar çok
hareket ederse kendini o kadar iyi hissediyordu. Bana da bolca oksijen
gönderiyordu!
Dokuz
ay öyle çabuk geçti ki!.. Babam bize çok iyi baktı. Ne istediysek yaptı, ama
zaten pek fazla aşermeyen annemin aşermesine de izin vermedi. Nerden duyduysa,
“Psikolojik o!”, deyip durdu... Böylece gecenin bir vakti sokaklara çıkmak
zorunda kalmadı! Yine de her istediğimizi aldı. Çok sağlıklı beslendik, birkaç
istisna dışında dışarıda yemek yemedik, hazır gıdalardan uzak durduk. Zaten
siyah çay içmeyen annemle yemek sonrası doğal çaylarla keyif yaptık. Kafein
hakkımızı da Pazar kahvaltısından sonra Türk kahvesiyle kullandık. Bol bol
yeşillik ve ayva yedik. Annem benim sayemde çikolatanın tadını unuttu, oysa ne
kadar çok yerdi eskiden! Bir de daha önce hiç yemediği acı biber ve turşulara
verdi kendini; doktor “Turşu yok!”, dedikçe bardak bardak turşu suyu içti...
Aslında beni dinledi, ben içeride ne eksikse ona söyledim.
Bu
arada babam bize ‘Dsmart’ aldı, içinde hamilelik ve bebek bakımıyla alakalı çok
güzel kanallar var. Akşamları annemle babam beraber o kanallardan bilgi
topladılar. Doğum egzersizlerini öğrendiler. En önemli ders, doğru nefes almaktı.
İnternette de doğal ya da normal doğumla ilgili ne varsa incelediler. Dogaldogum.com’la
tanıştılar; kurslara çok gitmek istedilerse de zamanı bir türlü uyduramadılar. Annem
evde doğum yapmak istedi, ama kime söylediyse ayıplandı... Oysa Avrupa’da
ebeler eve gelip doğuma destek veriyorlardı, anneler isterlerse suda doğum
yapıyorlardı. Ama ebe de bulamadık zaten…
İlk
dört ay doktora gitmedik, gereksiz testlerden ve korkulardan uzak kalmak
istedik. Tavsiye edilen ilk doktorumuzu görmeye özel bir hastaneye gittik
(Eskişehir’de). “Daha önce hangi doktora gittiniz?” sorusuna cevap verdiğimizde
doktor amcanın gözleri döndü, başladı söylenmeye: Nasıl dört ay boyunca doktora
gitmezmişiz, testleri yaptırmazmışız, ilaç kullanmamız gerekirmiş uzun zamandır,
vb... Sanki testlerin sonucunda kötü bir şey söyleseler annem benden vazgeçebilecek
miydi?!.. Doktor konuştukça annem ağlamaklı oldu, ultrason için hazırlanırlarken
babam doktora annemin daha önce hastaneye gitmediğini ve hiç ilaç
kullanmadığını anlatmaya çalıştıysa da amca söylenmeye devam etti. Hastanede
olmak ve doktorla muhatap olmak annem için yeterince sıkıntı vericiydi zaten –
bir de duydukları!.. Doktor sürekli annemin yediklerinin yeterli olmayacağını,
o yüzden de vitamin ve ilaç kullanmamız gerektiğini söyleyip duruyordu. Bir
çuval ıspanak yiyemeyeceğimiz için folik asit almalıymışız!.. Annem doktora “Sizin
anneniz de sizi folik asit içerek mi doğurdu?”, diye sormayı o kadar çok istedi
ki!.. Bu maceranın en iyi tarafı beni görmeleriydi, her ne kadar pek bir şey anlamadılarsa
da… Ha, bir de doktor amca beni görür görmez “Büyük ihtimal erkek”, dedi. Annem
zaten biliyordu ama babam kız olmamı tercih etmişti, belki de daha şirin
gözükeceğimden!.. Doktor bize sormadan cinsiyetim hakkında bilgiyi vermişti,
oysa bizimkiler sürpriz olsun istiyorlardı. Neyse, işin şov kısmı bittikten
sonra doktor amca iyi olduğumu, hatta normalden iki hafta önde gittiğimi
söyledi. Kan tahlilleri de bunu desteklemişti. Annem artık kendisini tutamadı, bıraktı
gözyaşlarını…
İkinci
doktor yine tavsiye edilmişti. Bu sefer elimizde testler olduğu için çok fırça
yemedik, ama ultrasonda benim ters durduğumu gördüler (son aya kadar da öyle
kaldım, sonra döndüm kendiliğimden) ve vajinal makat gelişe fırsat tanımaktansa
hemen sezaryene karar verdiler. Oysa daha sadece beşinci ayımızdaydık! Bu
doktor da yeni testler istedi ve çalıştığı hastanede yaptırabileceğimizi
söyledi. Hastaneye gittik, annemler acemi olduklarından mı, yoksa prosedürün
saçmalığından ve uzunluğundan mı bilinmez, kan vermeğe gitmeleri saatler aldı, bir
aşağı bir yukarı dolaşıp durdular. Sonunda laboratuvarı bulduklarında yeni bir
sürpriz onları bekliyordu. Kapıda duran oldukça iri bir hemşire hanım babama içeri
giremeyeceğini söyledi, annem de kapıda kalakaldı. Tam ısrar edecekti ki,
boşuna olacağını, daha kan alırken böyle davranan zihniyetin doğumda nasıl
olabileceğini düşünüp hastaneyi terk etti.
Neyse
ki ananem var! Altıncı ayımızda bize başka bir doktor buldu. Önce ananem ve
annem doktorun ofisine tanışmaya gittiler. Doktor hanım bizi dinledi, anladı.
Sonra randevu alıp babamla gittik. Sağlıklı olduğumu tekrar gördüler, hatta iri
bir bebek olduğumu, üç hafta önceden büyüdüğümü konuştular. Yine de kan ve
idrar testi istendi yeniden. Yedinci ayda kan tahlilinde demir eksikliği
görüldü ve doktor hanım annemi uyardı, “Eğer önümüzdeki ayda yükselmezse, seni
hastaneye yatırırım!”, dedi. Ve korkulan oldu, sekizinci ayda on iki olması
gereken demir değeri yediydi. Ama biz kendimizi hiç kötü hissetmiyorduk ki!!!
Tahlili gören doktor hemen yatış evraklarını hazırladı. Annem ağlıyordu, ilk
defa hastanede yatacaktı ve ölesiye korkuyordu. Ağlayarak babamı aradı, babam
çok korktu, yanımıza gelene kadar kim bilir kafasından neler geçmiştir
adamcağızın, annem ağlamaktan konuşamamıştı çünkü... Eve gidip hazırlanmak
istedik, ama ona bile izin vermiyorlardı! Bir sürü evrak imzalayıp bizi ‘izinli’
olarak eve gönderdiler! Çantamızı hazırladık, sevdiğimiz eşyalarımızı aldık,
ağlayarak hastane yolunu tuttuk. Sanırım insanlar hep korkularıyla yüzleşmek
zorunda kalıyorlar, ben annemle bunu yaşadım... Neyse ki özel oda
bulabilmiştik, bu rahatlattı bizi. Hemen tütsümüzü yakıp odayı hastane
kokusundan arıtmaya çalıştık. Perşembe öğleden sonra yattığımız hastaneden Pazartesi
öğlen çıkacaktık. Dört gün boyunca bize pekmeze benzeyen bir serum verdiler,
sabah ve akşam. Koluna kelebek denilen damar yolunu açarlarken annem biraz
ağladı. Aslında canı çok acımıyordu, ama korkuyordu. Zaten hastane fobisi
olduğu için bize orda krallar, kraliçeler gibi baksalar bile yine de mutsuz
olacaktık... Bir de bizi monitöre bağlıyorlardı ki nefret ettik o aletten!
Aslında annem benim kalp atışlarımı duyduğu için mutlu oluyordu, ama alete bağlanmak
için yatarken canı acıyordu, uzun süre hareketsiz sırt üstü yatmaktan
yoruluyordu... Bir de aletin sesini çok açtıklarında kendi sesim beni
ürkütüyordu! İlk gün, sanırım tüm hareketlerimi sancı olarak algılayan hemşire,
ölçümü tam üç kez tekrar etti, tam bir işkenceydi!.. Bu arada ananem, komik
kadın, “Sesime geeel…” diye beni çağırmaya başladı, öyle komikti ki! Annem
kahkahalarla gülerken bizim aletin tüm dengesi bozuluyordu, bu yüzden de
hemşireler tekrar çekmek zorunda kalıyorlardı. Tabii ki söylenerek!..
Hastanedeki
dört gün sonunda kendimizi daha iyi hissettik, çünkü hem yorgunluğumuz gitti,
hem de başbaşa kalıp birbirimizi dinledik. Bu arada demir eksikliğinden
hastanede yatan annemin pencereden gördüğü DemirSpor’un tesisleriydi. Ne
manzara ama!..
Hastanede
kaldığımız sürede annemle babam doğumla ilgili prosedürleri öğrenmeye çalıştılar,
çünkü doktorumuz burada çalıştığı ve burası Eskişehir’in en iyi (!) doğum
hastanesi olduğu için doğumu burada yapmaya karar vermişlerdi. Aslında çok da
seçenekleri yoktu. Ne suda, ne evde, ne de babamla olamayacaktık... Yani
annemin doğumla ilgili ne kadar beklentisi varsa hepsini unutmak zorunda kaldık...
Yapılmasını istemeyeceğimiz şeyler ise üstüne cabası! (Mesela doğar doğmaz bana
yaptıkları aşılar, topuktan kan almaları, ki bunu iki kez tekrarladılar, anneme
kesi uygulamaları, gözüme ilaç sürmeye kalkışmaları, ki bu sonuncusuna ananem
izin vermedi!). Bizce bir sürü gereksiz, ama ücretsiz diye gururla sundukları yaptırımlar…
Annem
bu hastanede gördüklerinden ve anlatılanlardan yola çıkarak doğum şeklinin burada
özel olmaktan çıktığını, sadece bana kavuşmak için geçilmesi gereken bir yol
olduğunu kabullendi... Ne babam, ne ananem, ne de başka bir tanıdık yüz
göremeyecek, sadece ebe ve hemşirelerle o anı “paylaşmak” zorunda kalacaktık.
Zaten babam yanımızda olmadıktan sonra nasıl özel olabilirdi ki… Ben de buna
kendimi hazırladım.
Annem
Cumartesi günü hem işe hem de gezmeye gittikten sonra, Cumartesi’yi Pazar’a
bağlayan gece artık gelmeye karar verdim… Pazar sabahı saat beşte beni burada
tutmaya çok yarayan tıkacı çıkartmayı başardım. Annem de gelmeye çalıştığımı
anlayarak babama haber verdiyse de babam bu konuda rahat davrandı, “Hadi, gel
yat!” dedi hatta. Sabah annemle uyandık, beraber yıkandık uzun uzun, saat ona doğru
ben yoluma koyuldum. Sonra ananemlere gittik. Öğlene kadar sancılarımı düzene
sokamadığım için annem ve ananem gezmeye gitmeye karar verdiler. Akşam eve
geldiğimizde ben hala kendimi belli etmeye çalışıyordum; akşam saat onda
sancılarımızı on beş dakika arayla getirmeyi başarabildim ve sabah saat üçe
kadar sancılarımızı üç dakikada bire düşürdüm.
Bu
sürede annemle babam evde aylardır izledikleri egzersizleri yaptılar, bana çok
yardımcı oldular. Annemin derin nefes alması, Pilates topunda zıplaması ve bol
bol sıcak duş alması bana çok iyi geldi; böylece sıkıntıya düşmeden yolun
çoğunu tamamlamış oldum. Babam gece ara sıra uykuya yenik düşse de elimizi hiç
bırakmadı. Üç dakikalık aralarda hem uyudu, hem de bizle beraber sancılarımızı
karşıladı. Sancı geldiğinde annemin ayakta olması daha çok işe yarıyordu.
Otururken ya da yatarken sancı karşılamak çok zorlaşıyordu. Sancının geleceğini
hisseden annem hemen ayağa kalkıyor ve derin nefes almaya çalışıyordu – tabii
babama sarılarak, hatta onun boynuna asılarak... Asılma hareketi çok işe
yarıyordu. Sonra sıcak su torbasını doldurup beline koydu annem, sıcak iyi
geldi. Sancı anında da annem babamdan kalçalarına yanlardan sıkıca bastırmasını
istedi. Tamamen içgüdüsel hareket ederek daha dayanıklı oluyorlardı. Büyük topa
sarılıp sallanmak da bizi dinlendiriyordu. Üf, kesinlikle çok yorucu bir iş bu!..
Sancılar sıklaştıkça daha da yorucu olmaya başladı. Annem saat bir gibi duşa
girdi; sürekli suyun altında kalmak istiyordu. Su rahatlatıcıydı, hiç çıkmak
istemedik, ama sancılar üç dakikada bir gelmeye başlamıştı, doğuma çok
yaklaşmıştık. Annem “Artık gidelim” dedi…
Ananem
ve teyzem gece on ikiye kadar bizimle beraberlerdi, sonra aşağıya indiler (aynı
apartmanda oturuyoruz). Saat üçe gelirken babam onlara haber verdi; “Hadi”,
dedi, “Demir geliyor!”. Evet, geliyorum!.. Asansörde tam üç kez sancımız geldi,
dokuzuncu kattan aşağıya inmek ilk kez bu kadar uzun sürdü! Apartmanın önünde
de annem iki kez babama sarılıp öylece kaldı. Ananem sürekli “Burnundan nefes
al, ağzından ver, derin derin!”, diyordu. Dedem İstanbul’dan eve geleli henüz on
dakika olmuştu, yani bana yetişti – süper! Arabaya bindiğimizde titriyorduk,
ama soğuktan değil, sanırım heyecandan…Neyse ki dedem hemen bizi hastaneye
uçurdu!
Hastaneye
gittiğimizde hemen acil doğum odasına girdik. Hasta bakıcı gelip soyunmamızı
söyledi. İşte annem için korkulu anlar başlıyordu... Sürekli bir şeyler
yapmamızı isteyen, suratı asık insanlarla sabaha kadar muhatap olacaktık. Oysa
ki kapıdaki güvenlik görevlisi abla nasıl da gülerek kapıyı açmıştı, “Hoşgeldiniz!”,
der gibi… Sadece gülümsemesi bile bize güç vermişti. Belki de gece gelmeye
karar verdiğim için bu kadar asık suratlı insan görecektim. Keşke gündüz
olsaydı!.. Annem soyunacağını bildiği için çok giyinmemişti zaten; üstünde
dokuz ay boyunca en çok giydiği eşortman altı ve badisi vardı. Çıkardı,
geceliğini giydi. Geceliğini giyer giymez tekrar korku kapladı içini; artık
başlamıştı, geri dönüşü yoktu, yalnızdı. Acildeki hemşire, anneme hiçbir şey
sormadan, aylardır içinde bulunduğum evimin suyunu boşalttı; keşke bunu
yapmadan önce bilgilendirseydi bizi. Annem ve ben şok olmazdık. Annem
doğuruyorum zannetti! Neyse ki hemşire “Sekiz santim açılma var, bir saate
kadar doğar bebek!”, dedi. Çok sevindik, en azından kısa sürecekti. Hemen
doğumhaneye yolladı bizi. Hatta “Çabuk gidin, bebek geliyor!”, dedi. Oysa o
sırada sancıları hissetmiyorduk... Acilden çıktığımızda ananemi ve teyzemi
gördüm, kocaman sarıldık onlara, öptük, “Hakkınızı helâl edin!”, dedik
ağlamamaya çalışırken. Teyzem nasıl da endişeli bakıyordu, belli ki beni çok
sevecek! Ama “Hemen geleceğiz, merak etmeyin, çok az kalmış!”, dedik. Babam ve
dedem karşı odada yatış işlemlerini yaptırıyorlardı, onların da yanına gidip
öptük kocaman. Babamı hiç bırakmak istemedik, bir daha öptük…
Hasta bakıcı
eşliğinde asansörle yukarıya çıkıp doğumhaneye girdik. İlk şok!.. Hiç böyle
hayal etmemiştik burasını. Doğumhane dedikleri yer beş tane çatal yatağın
bulunduğu, sevimsiz, büyük bir odaydı. Kapıya en yakın çatala yatmamızı istedi iki
hemşire. Bu hemşireler sabaha kadar göreceğim ve yüzleri beynime kazınan
hemşireler... Ama yatak çok yüksekti, ancak üç basamaklı tabure ile çıkılıyordu.
Sürekli sancılar geliyordu, annem her sancıda iki büklüm olurken basamakları
tırmanıp çatala çıkmaya çalışıyorduk. Nedense hemşireler “Çabuk, çabuk!” ya da “Hadi!”
diyorlardı. Annem de “Bebeğim geliyor!”, diye bir gayretle çıktı çatala. Beni kontrol
ederlerken koridordan bir ses hemşireyi çağırdı. Hemşire aceleyle sese doğru gitti
ve doğurmak üzere olan bir bayanı bizim odaya getirdi. Alaycı bir sesle diğer
hemşireye “Kadın doğuruyor yahu!”, dedi. Bayanı çatala çıkardılar, hemşire “Kaçıncı
çocuğun?” diye sordu, ikinciymiş, “Kesik atmayacağım!”, dedi hemşire, “Sadece
ben dediğimde yavaşça ıkın!”. Aradan üç dakika geçti geçmedi, bebeğin sesini
duyduk, ağlıyordu. Ağlamak bu kadar güzel mi gelir kulağa? “Şimdi sıra bende,
benim bebeğim de geliyor!”, diyordu annem içinden. Aradan ne kadar zaman geçti
bilmiyorum, ama çok olmasa gerek, hemşirelerin sesini duyduk “Epizyoyu sen yap!”,
diyordu! Bize doğru gelirlerken çok heyecanlandık, ama nedense kalkıp diğer
odaya gitmemizi söylediler!..
İşte
kabus başlıyordu. Sancı odası… Bir kenara sıralanmış dört yatak, her iki yatak
bir monitöre bağlı, odada sadece biz varız. Yatağa yattık, kelebek taktılar,
ama annem ağlamadı, canının acıdığını da hissetmedi. Sadece bana odaklanmıştı, “Bebeğim
geliyor!” diye ne derlerse kuzu kuzu yapıyordu. Monitöre bağladılar, sesini de sonuna
kadar açtılar. Bu sefer anladım ki hemşireler oturdukları yerden bu sesi
dinlemek istiyorlar, o yüzden sesi olabildiğince açıyorlar. Annemle beni düşünmeden...
Ne
kadar öyle kaldık bilmiyorum, ama hemşireler “Daha bekleyeceğiz”, deyip
gittiler. Neyi bekleyecektik? Bir saat olmamış mıydı? Neden kanala girdiğim
halde hala beni dinlemek istiyorlardı? Neden yanımızda biri yoktu? Hemşireler
neden gözükmüyorlardı? Seslerini duyuyorduk ama... Bizden başka kimse yok muydu
buralarda? Neden yatıyorduk? Yattığımız için annemin canı çok acıyordu,
sancıları karşılayamıyor, sadece kıvranıyordu. Bir ara, “Allah’ım yardım et!”,
diye bağırdı, annem; sonra hemşireyi çağırdı. Hemşire kontrol etti, ama “Bekleyeceğiz”,
dedi. Neden bekleyeceğiz ki? Yine bir süre yalnız kaldık, ama tekrar dayanamayıp
hemşireyi çağırdı annem. Bu sefer yüzünü asla unutmayacağım kadının. Anneme “Ne
istiyorsun? Sana sarılıp annen gibi saçlarını mı okşayayım? Ben de iki tane
doğurdum! Çok işim var, çok yorgunum, geceden beri kaçıncıyla uğraşıyorum! Şimdi
vakti gelene kadar bekleyeceksin!”, dedi. Annem ne yanıt verdi, tam
hatırlamıyorum ama o sahne hafızama kazınmış.
Bir
süre daha yalnız kaldıktan sonra aynı hemşire tekrar geldi. Anneme bir serum
takmaya çalıştı. Annem bunun ne olduğunu sorduğunda da “Suni sancı” dedi. Şaka
gibiydi, sanki sancı çekmiyormuşuz gibi! İyi de, bize kimse bir şey sormamıştı
ki! “İstemiyorum”, dedi annem. Zaten kelebeği sağ kolundan takmamasını
söylemişti, hem damar yolunu bulmak zor oluyordu, hem de kol şişip seruma engel
oluyordu, ama hemşire bildiğini okudu. Şimdi olsa annem o serumu ona bir güzel
takar, ama o anda sadece gözlerimizi kapatıp teslim olduk; sancıdan mı, yoksa
bir süre daha bu hemşirelere muhtaç olacağımızdan mı, emin değilim... Zaman
geçmiş, serum akacağı yerde kelebekten çıkan kan seruma kadar ulaşmıştı; yani
serum damara gireceğine damardan çıkan kan seruma yükselmişti. Nasıl mutlu
olmuştuk! Gururla “Hemşire!”, dedik, seruma baktığında yüzünü gördük,
komikti... O hemşireyi son görüşümüzdü bu, herhalde uyumaya gitmiş olmalı ki (ya
da kaçırdık onu!) sonrasında diğer hemşireyle muhatap olduk. Aslında bu yeni
hemşire de bizi sabaha kadar oyalamaktan başka bir şey yapmadı.
Annem o yatağa ve monitöre sabah altıya kadar
dayanabildi... SONRA, BÜTÜN KABLOLARI ÇEKTİ, SÖKTÜ ÜZERİNDEN, AYAĞA KALKTI... Hemşireler
panik oldular, hatta bizi rapor mu edeceklermiş ne, annem beni tehlikeye
sokuyormuş... Annem hemşireye öyle bir baktı ki teyze korktu!.. “Ben ve bebeğim
iyiyiz. Kaldı ki o benim bebeğim ve sıkıntıda değil!”, dedi annem.
Çünkü ben söylüyordum anneme ayağa kalkmasını! Annemin
artık dayanacak gücü kalmıyordu, hissediyordum... Ikınıyordu, ama yanlış
yaptığından sadece canını acıtıyordu. Yeni hemşire bize geldiğinde, doğum ve
ölüm saatinin belli olduğunu, benim o yüzden beklediğimi söyledi. Aslında
mantıklıydı, belki de daha nefes almak için zamanım gelmemişti. Annem de bunu biliyordu
elbette; yine de yalnız olmak, böyle aciz bir duruma sokulmak, sonrasında da önemsenmemek
akıl alacak şey değildi!. Annem doktoru görmek istediğini söyledi. Doktor
uykudan uyanmış olacak ki biraz sinirliydi. Beni görünce büyük olduğumu düşündü.
Hemşire de annemi şikayet edince “Sezaryene alın!”, dedi. Annemin doktoru hala
ortada yoktu, belli ki ananemler de ona ulaşamamışlardı...
Annemin dayanacak gücü gerçekten kalmamıştı; tek
istediği uyumaktı. Bana bir şey olabileceği ihtimali onu çok korkutuyordu. Ayağa
kalktı, kalan son gücünü kullanarak koridora çıktı, hemşirelerin şaşkın
bakışları arasında masaya gitti, ilk bulduğu sandalyeye oturdu. “Ailem aşağıda
bekliyor, beni onlara bağlayın!”, dedi. Babam ve ananemle konuştu, dayanamayacağını,
artık sezaryen olmak istediğini söyledi. Aslında ne söylediğimiz çok önemli
değildi, sadece seslerini duymak istiyorduk. İlk önce babamla konuştuk, babam
şaşkınlıktan bir şey söyleyemiyordu, annem acele acele bir şeyler söyledi sonra
da babam ananemi verdi telefona. Annem
ona da aynı şeyi söyledi. Ananem dayanması gerektiğini söylüyordu; aslında biz
de biliyorduk, dayanacaktık, ama bir ses, bir işaret lazımdı… Bu yüzden tanıdık
sesler duymak çok iyi geldi bize.
Ama artık ayağa da kalkamıyorduk. Oturduğumuz yerde
kalmıştık, hemşire masasında olmamız teyzeleri rahatsız ediyordu. Sabah sekiz civarıydı
ve vardiya değişecekti; hemşire bir an önce odaya gitmemizi isteyip duruyordu.
Her yerde bir telaş vardı. Sabah vizitesine çıkacak doktora hazırlık
yapıyorlardı belli ki. Artık daha rahattık, hem geceden beri yattığımız
yataktan çıkmıştık, hem de ananemle babama ulaştığımız için onların da
harekete geçip bize ulaşacaklarını biliyorduk. Yüzümüzde hınzır bir
gülümsemeyle bekliyorduk şimdi...
Kapılar
açılıp kapanmaya başladı. Uzun boylu, irice bir doktor geldi, herkeste bir
telaş, birden etraf kalabalıklaştı! Benim gibi olanlarla beraber tekrar o
doğumhaneye götürülüyorduk. Ben yine ilk masaya yatmaya çalışıyordum ki doktor “Ohoooo!”
dedi sabırsızlıkla, sonraki masaya geçti. Bütün masaları dolaştıktan sonra sıra
bana gelmişti. “Yedi santim,” dedi “mesaneyi boşaltın!”. Ne yani, daha doğmuyor
muydum? Annem kafasını doğrulttu, doktorla göz göze geldi, “Artık
dayanamayacağım, bari ağrı kesici verin!”, dedi. Doktor güldü, samimiydi, “Biz
burada ancak suni sancı veririz”, dedi. Ve herkes yine sancı odasına doğru yola
koyuldu... İşte o an birden koridordaki fotoselli büyük kapı açıldı, ananemi
gördük! Bu kadın hep olması gereken yerde zaten! “Tamam,” dedik “geldi!”…
Tekrar
sancı odasındaydık, ama bu sefer ailemizin bize daha yakın olduğunu
hissediyorduk. Yeni bir hemşire geldi, sonda taktı, inanılmaz bir rahatlama
hissettik. Gece boyunca annem ne zaman “Tuvalete gitmek istiyorum” dediyse, kimse
onu kaale almamıştı. Nedenini bilmiyoruz, ama tuvalete düşeceğimden mi
korkuyorlardı ki? Hemşireye yatmak istemediğimizi söyledik. Yatağın üstündeki
örtüyü yere serdi, “Gel,” dedi, “çömel ve yatağa tutunarak ıkın”. Şimdi
yerlerde sürünüyorduk gerçi, ama çok daha iyiydik…
O
da ne? Tanıdık bir yüz! P. Abla... Evet, ananem çalışmaya başlamış!J P. Abla bu hastanede hemşire, ama düşük tehlikesi
olduğu için üç aydır yatıyor. O yüzden doğumhaneye gelmiş, bize “Dayan!”, diyor.
Annem onu görünce çok sevindi, “P., söyle doktorlara, beni ya doğurttursunlar
ya da uyutsunlar, sezeryana bile razıyım!”, dedi. P. Abla bir ara gitti, tekrar
gelip “Dayan!”, dedi. Bu arada ananemden bir pusula getirmiş; ananem bizi çok
sevdiğini, her şeyin çok güzel olacağını, daha da önemlisi, İstanbul’daki doğal/alternatif
tıp doktorumuz N. Hanım’la görüştüğünü, onun da bizim yanımızda olduğunu, annemin
kesinlikle biraz daha bekleyip doğurabileceğini yazmış. Bu mektupla beraber
ıkınma şiddetimiz arttı. Daha bir gayretle ıkınıyoruz şimdi, sanki
çıkıverecekmişim gibi.
Bu
arada biz hastaneye geldiğimizden beri altı saattir hiç mi bir gelişme olmamış,
hala nasıl sekiz santimde kalabildik, hatta doktor yedi santim dedi... Keşke
evde kalsaydık, şimdiye kadar doğururdu annem beni! Tam bunları düşünürken bir
tanıdık yüz daha gördük: M. Abla! O da burada çalışıyor, onun da elinde
babamdan ve teyzemden gelen pusulalar var. Teyzem kim bilir nasıl
endişelenmiştir? “Gökteki mavi bulutum, bu oğlan seni azıcık yordu, ama az
kaldı, dayan!” diyor. Babam da ”sizi çok seviyorum, artık her istediğinizi
alacağım, her şey çok güzel olacak, hep beraber evimize gideceğiz” diye yazmış...
Süper bir ailem var, yanımızdalar aslında! Beni bekliyorlar!.. “Geliyoruuuum!”
diyorum…
Biz
yerde kıvranmaya devam ederken, bir ebe abla geldi. Aman Allah’ım, gülen bir
yüz!.. “Hadi Didem, gel!”, dedi. Annem de öyle bir kalktı ki, o nefret ettiği
çatal yatakta buldu kendini. Yine de için için korkuyordu, bizi yine sancı
odasına yollarlar diye. Ebenin elini hissettim, kafama dokunuyordu. Annem ile M.
Ebe anlaştılar, ebe ne derse annem onu yapacaktı, ama ebe durumu pek parlak
görmedi. Gece yatarak çekilen sancılar ve yanlış ıkınmalar rahmin morarmasına
sebep olmuştu. Annem ıkınmak yerine karnını şişirip indiriyordu. Ebemiz dedi ki
“Sadece kakanı yapmanı istiyorum”. Evet, bu duygu daha değişikti ve ben yol
aldığımı hissediyordum. “Bir, iki ve ıkın!”… İkinci ıkınma acı verdi. Üçüncüde
ise annem çığlığa benzer bir ses çıkarıyordu ki “Ağzını kapa, ağzını kapa!”
dedi bir sürü ses, nedense... O an annem ağzının bir fırın ağzı kadar açık
olduğunu fark etti! Evet, televizyonda ve eğitimlerde izlediği doğum anıydı bu,
tekrar sancı odasına gitmeyecek, burada beni kucaklayacaktı. Mutlulukla ağzını
kapattı ki, bunu yapmak zordu, çünkü içinden “Yeter! Ben gidiyorum, oğlum
içimde kalsın, sonsuza kadar benimle yaşasın!”, demek geliyordu. “Melek, üsten
bastır” dedi ebemiz yanımızdaki melek gibi hasta bakıcıya, “Bastır,” dedi annem
de “bastır lütfen!”. Ve bir panik dalgası esti: “Ikınma artık, sadece derin
nefes al!”, diyorlardı, ama şimdi de her şeyden çok ıkınmak istiyordu annem. O
anda bir makas şıkırdaması hissettik, sanki el işi kağıdını kesen bir makas. Benim
yolumu açmışlardı bana sormadan... Annemi kesmişlerdi anneme sormadan... Acaba
o müdahaleyi yapmasalardı çıkamaz mıydım sanki ya da ben kafamı çıkarırken
annem çok mu zarar görürdü?..
Annem
o sesten sonra bacakları arasında beni gördü. Pazartesi sabahı, saat dokuz
buçuktu. Dünyaya tersten bakıyordum, ayaklarım ebenin ellerindeydi, annemi
gördüm ve ağlamadım… Şaşkındım, çünkü… Oysa annem sesimi duymak istiyordu,
çünkü bana dokunamıyordu. Kimsenin beni annemin göğsüne yatırmaya niyeti yoktu.
Bu yüzden dünyaya geldiğimde ilk hayal kırıklığımı yaşadım... Beni ilk olarak
anneme değil de giydirme masasına verdiler, üstelik iki de aşı yaptılar
fikrimizi almadan... Ne kadar büyük bir risk ki aşıları kimseye sormadan
yapıyorlar. Belki annemin ya da benim alerjim var, ya da ne bileyim özel bir durumumuz
olabilirdi...
Benim
o aşılara değil, annemin kokusuna ihtiyacım vardı. Artık annemin içinde
değilim, onu yönlendiremem... O beni koruyacak, biliyorum, ama bizi bir
buluştursalar! Ben çıktım, ama anneme hala bir şey yapıyorlar, sanırım yaptıkları
tahribatı düzeltmeye çalışıyorlar. Hemşire M. Abla beni hemen kapıda bekleyen
ananeme gösterdi, ama galiba ananem için o an beni görmek kadar annemi de görmek
önem taşıyordu. Annem ise hala masadaydı, plasentanın gelmesi için ebe karnına
bastırıp elini çevirdi. Canı çok yandı annemin, ama tekrar bir rahatlama
hissetti. Plasentayı alıp alamayacağını sordu, çünkü benim için dikecekleri
ağacın altına onu gömmek istiyorlardı. Ne yazık ki olumsuz bir cevap daha aldı,
gerek yokmuş!!! Sonra dikişe başladılar, ebe annemi dikerken aralarında konuşuyorlardı.
Annem şokta biliyorum, bana inanamıyor, içindeki boşluğu düşünüyor... Dokuz ay
her saniye beraberdik, neler paylaşmadık ki... Şimdi ben dışarı çıktım, onu bir
başına bıraktım…
Nihayet
annemi yataktan kaldırdılar, tekerlekli sandalyeyle emzire odasına götürdüler.
Emzirme odası iki yatağın karşılıklı durduğu sıradan bir oda. Annemi sandalyeden
yatağa geçirdiler, beni de yanına koydular. Karnım acıktı, ama uyumak da
istiyorum... Annemse sadece uyumak istiyor... İyi ki M. Abla yanımızda hala; beni
annemin göğsüne koydu, ağzımı açıp memeyle tanışmamı sağladı. Bir süre sonra
sütün tadı hoş gelmeye başladı ki artık hep süt içmek istiyorum! İki saat kadar
orada kaldık, annem hem çok uyumak istiyor, hem de beni emziriyordu. Tabii bu
işi aslında M. Abla sayesinde yapabiliyorduk, ya o olmasaydı! Sanırım ikimiz de
sadece uyur ve sarılığın kollarına teslim ederdik kendimizi… Neden bu odada bir hemşire bulunmuyordu ki
bunun için? Ya da neden bizi dışarıda meraktan ölmüş halde bekleyen ailemizin
yanına göndermiyorlardı ki?..
İki
saatin sonunda saat on bir gibi M. Ebe geldi, annemin karnına bastırdı ve hasta
bezinin altından akıntıyı kontrol etti; hasta bezi bu gecenin en korkunç
detaylarından biridir... Serum da bitmişti... Bu serumu da rahim kendini
toplasın diye takmışlar, ama gerçekten ne işe yaradığı hakkında hiç bir
fikrimiz olmadı, çünkü yine bize bir şey sormamışlardı. Zaten sanırım olanları
sessizce izlemek ve dua etmekten başka
hali kalmayan annem tartışamayacak kadar yorgundu. Bir an önce dışarıya çıkmak,
eve gitmek istiyordu.
Tekerlekli
sandalyeyle doğumhaneden çıkarıldık. Gittiğimiz odada üç yatak vardı, hastane
öyle doluydu ki özel oda bulamadılar babamlar. Ben o gece doğan yirmi dördüncü
bebektim! Hasta bakıcı tekerlekli sandalyeyi ortadaki yatağın yanına yanaştırdı,
ama yatak öyle yüksekti ki çıkarken annemin canı çok acıdı! Ne saçma, bunun bir
sebebi var mıydı ki? Ben artık ananemin güvenli kollarındaydım, sıcacıktı; annemse
hala ara sıra ağlıyordu. Yatağa yerleşti, beni ananemin kollarına verdikten
sonra daha güvende hissediyordu kendini. Sadece uyumak istiyordu ve eve gitmek...
O gün eve gidemeyeceğimizi öğrendik, ertesi sabah gidebilirmişiz... Bir gece
daha kalacaktık hastanede.
Aradan
ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama sonra babam geldi odamıza. İlk önce anneme
yöneldi, bir süre sarılıp ağladılar, çok korkmuştu babam. Annem de babamı
görünce tüm acılarını unuttu, sadece “Sana gelemeyecektik, ölüyorum zannettim!”
dedi. Babam annemin iyi olduğunu anladıktan sonra bana geldi. “Ben bu adamı bir
yerlerden tanıyorum!”, dedim. Yine aynı sıcaklıkla bana seslendi, bu sefer
ağlıyordu, hem de hıçkırarak... Sanırım gördüklerine inanamıyordu... Oysa ben
gerçeğim ve bundan sonra hep beraber olacağız!..
Ve
teyzem... Akşam ananem eve dinlenmeye gittiğinde teyzemle beraber kaldık
(aslında yanımızda kalmalarına izin vermiyorlar, bütün hasta yakınları kaçak
kaçak gelip gidiyor!). Annem hala uyuyor, yarım saatte bir uyandırıp beni
göğsüne yaslıyorlar, ben karnımı doyurunca ikimiz de mışıl mışıl uyuyoruz
(Neyse ki hastanede beni annemin yanından hiç ayırmadılar!)... İlk kakamı
temizlemek teyzeme nasip oldu! Sanırım teyzem
biraz kibar ve kokoş bir hanım, hem beni temizlemeye çalıştı, hem de “Ayyy, bu
ne böyle Demir Efendi, nasıl yaptın bunu, hayatımda böyle bir şey görmedim!” deyip
duruyordu. Onunla çok eğleneceğimiz kesin!..
Gece
bitip sabah olduğunda güneşi gördük! Dün hem kar, hem yağmur yağmış, ben ise
güneşi görüyorum!!! Sabah erkenden çıkmaya hazırlanmıştık ki çocuk doktoru
gelip bizi görmeden çıkamayacağımızı söylediler, biz de onu beklemeye karar
verdik. Doktor teyze gelip jet hızıyla tüm yataklardaki arkadaşlarıma baktı. Bazıları
‘sarılık oldukları’ için kaldılar; biz iyiydik, evimize gidebilirdik. Ama bir
bonus daha: topuk kanı… Canımı acıttılar, ağladım çok. Bir de kulağıma bir şey
soktular, duyup duymadığıma bakacaklarmış!.. Oysa ben annemin karnında bile sevdiğim
müziklerle dans ediyordum!.. Allah’tan, gözüme o iğrenç şeyin sürülmesine ananem
izin vermedi!..
Bütün
bu prosedürlerin bitmesi ve eve gelmemiz öğleni bulmuştu. Eve girer girmez
babamı bir kez daha takdir ettim. Ne adam benim babam ve bizi ne çok seviyor!
Evimizi süslemiş, bize “Hoşgeldiniz!” diyor... Annem bunun üzerine biraz daha
ağladı… Sonra da hemen banyoya koştu, suyun altından hiç çıkmak istemiyordu.
Ama ben rahat bırakmadım yine, karnım acıkmıştı!!!
Saatte
bir karnım acıkıyor, nasıl bu kadar çok yediğime ben bile hayret ediyorum. Annemin
karnında ne kadar da rahattım! Şimdi hem süt içip hem de gaz çıkarmak
zorundayım ki şu gaz çıkarma işini hala öğrenemedim... Geceleri de annem
uyuyamıyor benim yüzümden. Gözlerinin altı mor mor, ama şikayet etmiyor. Babam da
uykusuz, o da anneme eşlik ediyor. Ananem bizde kalıyor, yoksa karnım hiç bu
kadar çok doymayabilirdi!
Bu
arada her gün yeni yeni yüzler görüyorum, bir sürü tanıdığımız varmış meğer, hepsi
beni görmeye geliyorlar. Bazen o kadar çok yaklaşıyorlar ki ürküyorum, bazen de
onların sakinlikleri beni de mutlu ediyor.
İlk
yirmi gün evdeydik. Yorgun, uykusuz ve bir sürü misafir ile geçirilen yirmi gün!
Sonra annem ve ananem artık daha fazla dayanamayacaklarına karar verdiler. Ananem
sabah sekiz akşam sekiz gezebilen bir hatun, annem zaten bu konuda aşmış
kendini, hiç bu kadar evde kalmamıştı! İkisine de sıkıntılar basmaya başlayınca
ilk gördükleri güneşte kendilerini dışarı attılar! Bir daha da içeri girmedik!
Babam “Kendine benzettin çocuğu!”, diyor anneme... Ama n’apayım, bebek arabasına
binince uykum geliyor; açık havada mutlu oluyorum, daha sağlıklı hissediyorum
kendimi...
Babam
akşamları bana koşarak geliyor, belli ki çok özlüyor beni. Sanki annemi de daha
bir çok seviyor şimdi. Tek sıkıntıları artık uyurken birbirlerine sarılamamak,
çünkü annem sürekli bana dönük ve her an kalkmaya hazır yatıyor…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder